Arama
Auschwitz komutanı Rudolf Höss ve eşi Hedwig’in, kampın hemen yanında sürdükleri rüya gibi hayatlarını kadraja alan "The Zone of Interest" ile yönetmen Jonathan Glazer, sinema tarihinin en güçlü filmlerinden birine imza attı.

02 Ekim 2024, 04:53 ÖS GÜNCELLENDİ
Totaliter Kabus

Lacan “Dönüp bakamazsın. Baktığında görürsen de anlatamazsın.” diye yazmıştı. Bahsettiği kavram: “Le reel...” Holocaust bu bağlamda insanlığın zamansız ile reel”i... Yani söz ile anlatılamaz olan. Hani Cicero “Gökkubbe altında anlatılmamış bir hikaye yoktur” demiştir de mühim olan sinemada ne anlatıldığı değil, nasıl anlatıldığıdır ya... İşte Glazer, yönetmenlikte devasa biçimde sınıf atladığı, 21’inci yüzyılın en önemli filmleri listesine çok yukarıdan giren “The Zone of Interest” tam da bunu yaparak, Laszlo Nemes’in “Son of Saul” da yaptığını daha da yukarıya taşımış. Sadece sinema tekniği değil, sinema etiği bağlamında da neyin, ne kadar kadraj dışına taşınabileceği ve taşınması gereğine dair bir manifesto. Sinema okullarında “Sinema ve Ses” dersleri artık “The Zone of Interest” ile açılmalı. Frau Höss sinemanın en muazzam kadın canavarlarından biri. Kötülüğün, banalliğinin vücut bulmuş hali. Ve Sandra Hüller’in tüm övgüleri az kılacak muazzam oyunculuğu...

Hannah Arendt’in, sadece film okumalarımızda çoklukla referans verdiğim “Kötülüğün Sıradanlığı” eserine değil, totalitarizm üzerine metinlerine dair sinemada çekilmiş en büyük filmlerden biri. Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” sözünün sinemadaki karşılığı olurken, sinemayı 21'inci yüzyılın şiiri olarak kutsayan dahice bir film. Finali harika tartışmalara ev sahipliği yapacak kadar sembolik ve muğlak. Ve tüyler ürpertici ikilikler: Evin gübre taşıyan el arabası, evdeki oyuncak tren, bahçeye dökülen kireç, evdeki elmalar, düşlerdeki elmalar… Evdeki Yahudiler, evdeki küçük fırın, şölendeki devasa şömine, bahçedeki havuzun musluğu… Ve bunların duvarın diğer tarafında hiç görmediğimiz ama bildiğimiz karşılıkları. Dumanlar, o korkunç sesler... En çarpıcısı, abisi tarafından bir yaşam evreni olan seraya kapatılan küçük çocuğun yaşadığı dehşet üzerinden diğer tarafta ölüme kapatılan çocukların yaşadığı dehşet!

Film, Martin Amis’in aynı adlı eserinden esinlenmişti. Bu arada Sir Martin Amis, 19 Mayıs 2023’te, film Cannes Film Festivali’nde açılışını yaptığı gün vefat etti. Sanki parmaklarının ucuyla filme dokunup öyle veda etmişçesine... “Zone of Interest” terimi toplama kampının etrafındaki alanı ve kampta yaşananların etkilediği genel bölgeyi ifade etse de aslında daha geniş anlamda insan vicdanının ve ahlaki sınırların zorlandığı bölge olarak okunabilir. Dahası “ilgi alanı” yerine “ menfaat alanı“ daha doğru bir tercüme olabilir. Savaş dönemindeki çıkar ilişkileri, sermayenin el değiştirmesi, mala ve servete, ekonomik kaynaklara çökme, sapkınca sınırsız gücün getirdiği kişisel kazançlar ve çıkarlar, insanların kendi menfaatlerini korumak için neler yapabileceği… Lakin bu okumaların hepsi mantıklı olmakla beraber “The Zone of Interest” Auschwitz ve çevresindeki 40 kilometrelik alana Nazilerin taktığı isim esasen. Filmin başlangıcında alışık olunduğu üzere başrolü görürüz, bize de onu gösterir.

Başrolde de karanlığın ta kendisi vardır ve elbette sesler... Yönetmen de bunu söylüyor: “Filmi çekerken birçok kez devam edemeyeceğimi düşündüm, çünkü mevzubahis olan mutlak karanlık idi.“ Havlayan köpekler, silah sesleri, devasa fırınların çıkardığı o uğursuz uğultu, cehennem alevinin sesi, insan yakarışları... Dehşet verici bir açılış bu! Zira dünyanın en korkunç şeyi insan zihnidir. Holokost, insan zihninin uygulamaya koyduğu en korkunç şey olsa da; tahayyülü, imgesinden bile korkunçtur. Zira vücut bulmuş hiçbir şey insan zihnindeki adı bile konmamış olasılıkların sonsuz korkunçluğunun yerini tutamaz. Sinema neyi göstereceğinize karar verirken aynı zamanda neyi göstermeyeceğinize de karar verme sanatıdır. Ve elbette neyi dinleteceğinize de...

The Zone of Interest, sınırları yıkar ve yeni bir sanatsal anlatı kapasitesi yaratır. Ve çok rahatsız eder film izleyiciyi. Bunu daha ilk saniyesinden yapar. Göstererek değil göstermeyerek yapar. Filmin finalinde müthiş bir kurgu ile başka bir zamana atlarız. Bugüne… Geçmişin hakikatini anlatan kurgu, bugünün hakikatine bağlanır. Ve tabii ki ilk defa kamera, o mekanın içindedir artık. Yine çok anlamlı, çok etik ve politik bir tercihle... “O zamanda“ neden o mekana girmediyse, şimdi tam da “bu zamanda” o mekana girmesi anlamlıdır. Az önce o karanlığın içinden dışarıya bakarak gördüğümüz ışık, soykırım kurbanlarının tam da bu odanın dışından bakıp da hayatlarında gördükleri son ışıktır. Ölümün ışığıdır.

Şimdi o kapıdan baktığımızda yemyeşil ağacı yaşamı görürüz. Ama içinde yaşadığımız dünyaya bu ağaç yani yaşam mı hakimdir, yoksa ölüm mü? Ve ölülerden kalanlar... Bunların sergileniyor oluşu, çok tartışmalı bir konu değil mi? Alain Resnais, unutulmaz soykırım filmi Night and Fog’un (Gece ve Sis) finalinde şunları söyler: “Bu yıkıntıları yürekten bir bakışla izliyoruz, yaşlı canavarın molozların altında, enkazda kaldığından emin bir şekilde. Görüntü solarken ümidimizi geri kazanıyormuş gibi yapıyoruz, sanki kampın vebasından iyileşmişiz gibi. Sanki tüm bunlar zamanın belirli bir anıyla, bir ülkeyle sınırlıymış gibi yapıyoruz. Bizi çevreleyenlere bakışımız körleşiyor, bitmek bilmeyen feryatlara sağırlaşıyoruz.” Gerçekten unutmamamıza yarıyor mu? Yoksa bir tür sanat formuna mı dönüştü? Normalleştiriyor mu? Mesafe koyarak yabancılaştıran, uzaklaştıran, tarihe atan ve sanki oldu bitti diyen bir şey mi? Paralı, rehberli Auschwitz turları, ahlaki açıdan çok tartışmalı bir turizm değil mi? Unutmuyoruz da ne oluyor? Soykırımlar tekrarlanmıyor mu?


"Life" Kategorisinden Daha Fazla İçerik